Taksici arabasına binen iki genci şöyle bir süzdü. Normalde müşterilerden biri kadın olunca pek muhabbete girmezdi ancak arabaya kafaları çakır iki tane gencin bindiğini görünce suskunluktan kurumuş ağzını açmaya karar verdi:
-Artık taksim bitti diyorlar, Kadıköy’ün gece hayatı daha aktif gözüküyor.
Engin sarhoşken taksicilerle konuşmayı severdi ama arkadaşının bu muhabbetleri bir o kadar sevmediğini de biliyordu. Yine de ayıp olmasın diye ufak bir cevabı esirgemedi:
-Taksim biter mi abi ya?
-Ben gitmiyorum oralara, buranın müşterisi yetiyor bana. Ama şöyle diyeyim, birkaç senedir burada daha bir randıman var.
Taksicinin kelime tercihlerinden de konuşurken yaptığı mimiklerinden de rahatsız olmuştu. Belki de yıllardır uğraştığı hasta tiplemesini hatırlatıyordu ona. Yüzünü ekşitti, camdan dışarı doğru baktı. Tek temennisi bir an önce eve gitmekti.
-Sen nerelisin yeğenim? Saçın sakalın pek bir gür, bizim oralılara benziyorsun.
-Ben 3 kuşaktır doğma büyüme İstanbulluyum ama ondan öncesi Urfa’ya gidiyor.
-Peki, sen nerelisin delikanlı?
Gülümsedi, cevap veresi hiç yoktu ya taksicilerin bir kısmının başka bir iş bulamayan eski mahkûmlardan olduğunu biliyordu. Ufak bir cevap için tatsız olaylar yaşamaya hiç lüzum yoktu.
-Ben de birkaç kuşaktır doğma büyüme İstanbulluyum.
-Bir şey söyleyeyim mi?
-Söyle abi?
-Şaka yapmıyorsunuz değil mi?
-Yok hayır…
-Tamam daha önce bir tane İstanbullu ya denk gelmiştim ama iki tane İstanbulluya ilk kez denk geliyorum. Şansa bak!
-Geldik burada ineceğiz!
Sanki 7 kuşaktır buradayız dedik diye söylendi. Cebinden bir yirmi lira çıkarttı, arabadan inmeden şoföre uzattı. Taksici ise bozuklukları karıştırmaya başladı ve bilerek de yavaş hareket ediyordu ki bahşiş alabilsin. Ama hiç oralı olmadı. Taksici de mecburen para üstünü uzattı. Sitenin içine girerken Engin merakına engel olamayıp:
-Ne diye bahşiş bırakmadın, senin huyun değildi.
-Adamı sevmedim sorun parada değil ki, dedi. Cebinden para üstü olarak aldığı bozuklukları çıkarttı, avcunun arasından kibarca yere bıraktı. Arkasına bile bakmadan da yürümeye devam etti. Engin, içinden sarhoş oldu herhalde diye düşündü.
Eve gelince iki arkadaşı da bir rehavet kapladı. Artık kendilerine ait olan o dört duvar içerisine girebilmişlerdi. Işık, müzik her şey onların kontrolündeydi. Doktor içerideki odaya girip üstünü değiştirdi, sonra da fazla bir pijama takımıyla içeri geri döndü.
-Pijamaları şuraya koyuyorum, dilediğin zaman giyersin.
-Çok sağ ol moruk. Başlayayım mı sarmaya ne dersin?
-Hadi sar sar, duramadın sen.
Engin şöyle bir etrafına bakındı, ardından ceplerini yokladı. Sonra da ceketinin cebine gidip baktı:
-Tütünüm yok, mekânda kalmış herhalde. Off aptal kafam, dedi.
Bir an için esrarı kaybettim diyecek diye çok korkmuştu çünkü kendini içme fikrine hazırlamıştı. İçi biraz rahatladı, yine de aptal herif diye düşündü. O kadar sigara içiyorsun, şimdi mi fark edilir? Belki de otlanmak için ayak yapıyordu ya emin de değildi.
-Ee napacaz şimdi? Ah Engin ah, her şeyim tamam demiştin.
-Sarhoş oldum herhalde ne diyeyim, mekanda masada unutmuşum. Hayır yani bir garson falan da arkadan uyarır.
-Ooo sen tatlı hayaller kuruyorsun öyle. Neyse dur hallederim şimdi.
Biraz sitemliydi sesi ama yapacak bir şey de yoktu artık. Yakınlardaki tekelden birkaç bira sipariş edip üstüne de sigara ekletebilirdi. Telefona yeltenecekti ki bir anda aydınlandı, daha bugün bir karton sigara almıştı. Gülümsedi:
-Neyse ki benim her zaman zor gün zulam var. Ara sıra canım sıkılınca yakarım bir iki tek.
-Yaşa be!
Mutlu bir şekilde mutfak dolaplarını açtı, konservelerin arkasında saklanmış bir karton sigarayı çıkarttı. Evde de tek başına yaşıyordu ya kimden saklamıştı sigarayı. Ardından içinden iki paket çıkartıp Engine uzattı:
-Bu paket, zor gün dostunun zor gün hediyesi olsun sana. Diğerini de sarmak için kullanırsın.
İki arkadaş uyuşturucun verdiği etkiyle kahkaha atıyor ve kendilerinden geçiyordu. Engin o değerli otunu israf etmemek adına cam açmayı pek istemedi. Bu sebepten odayı bir sis gibi sarmıştı duman. Bir yandan da masada şimdiden afiyetle yenmiş bir sürü çikolata ve çerez çöpü vardı. Hatta Engin nerdeyse her akşamki makus sonuna erişmişti. Bolca abur cuburun olması da onu daha çok memnun etmişe benziyordu. Hele ki doktorun büyük ekranlı televizyonu internete de bağlanıyordu. Önce bol inişli çıkışlı müzikler ardından göz alan görseller derken şimdi de komik videolar açmıştı. Ah ne kadar da mutluydu.
Doktor yalnızca esrar içmeyi becerememiş yanına da bir tane bira açmıştı. Böylece ikisini iyice karıştırmış kafasını da allak bullak etmişti. Aklından onlarca kuruntu geçiyordu, zaman kavramını yitirmişti. Ara sıra televizyona bakıp gülüyor sonra da nerede kaldığını dahi hatırlamadığı düşüncelere tekrar dalıyordu. Uzun zamandır içmemişti bu mereti ve çarpılmıştı. Kan şekerinin düştüğünü hissettikçe tuzlu çerezden bir avuç ağzını atıp üstüne de birasından bir yudum alıyordu. Eskilerden hayaller geliyordu aklına. Ama emin değildi hiçbirinden, hayal olamayacak kadar da gerçekçiydiler çünkü.
***
İki kafadar denizi karşılarına almış ellerinde içkileri, yeni biten sınav dönemini kutluyorlardı. Sokak lambalarının ufak aydınlığında gecenin serinliği rehavet hissi yaratmıştı.
-Kadıköy’ün bu huyunu seviyorum işte. Al şarabını çık moda sahile, ne güzel!
-Su varsa hayat var gerçekten.
Anıl ortak bir arkadaşları sayesinde tanıştığı ama sonrasında ortak arkadaşından daha sık görüştüğü bir dostu haline gelmişti. Üsküdar’ın yokuşlu bir sokağında ufak bir öğrenci evinde yaşıyordu. Canı sıkıldıkça onu ziyarete giderdi, zaten çok misafirperverdi. Ayrıca kafa çocuktu da doğrusu. Annesiz büyümüştü bu sebeple yaşına göre de olgundu. Babası da garip bir adamdı, oğlundan 3-4 yaş büyük bir kadınla evlenmişti. Üvey annesine abla diyordu bu sebeple, ki bizimki duyunca çok şaşırmıştı. Yine de Anıl bu durumla o kadar barışıktı ki kimseden saklamıyordu.
-Yarın işin var mı?
-Yok, hayırdır neden sordun?
-Bir fikrim var, tam gençken yapılacak bir şey. Hayır demeyi cevap olarak kabul etmiyorum ama.
-Çatlatma adamı, neymiş söyle bakalım.
-Bir yemek seçiyorsun ve atlayıp o yemeğin şehrine gidip yiyoruz.
-Ciddi misin, şaka mı anlamadım.
-Gayet ciddiyim, Avrupa’da ise buradan vapurla Karaköy oradan Esenler otogarı. Yok Anadolu’da ise doğrudan Harem’e gidiyoruz. Ne var canım, dünyaya bir kere geliyoruz ya!
-Şu laf bir kere söylendi mi zaten, o iş bitmiştir. Bir daha mı geleceğiz dünyaya! Anıl şarabını eline aldı ve arkadaşıyla tokuşturdu. Ardından:
-Dibini görmeyen sevdiğini göremesin!
Ne zaman tek seferde içki içirtecek olsa bunu söylerdi zaten. Yarı mizah yarı da alkol ciddiyeti ile herkesi bağlardı bu laf. İki kafadar da zaten az kalan içkilerini şişeden dikerek bitirdiler. İkisi de midesine dokunmasına rağmen çaktırmadı durumu. Anıl kendini toplayıp:
-Tava ciğeri, evet tava ciğeri çekti canım.
-Derhal, kalk gidiyoruz! Kervan Edirne’ye!
Anıl’ın uzak bir şehir seçmeyeceğinden o kadar emindi ki bu cevapla adeta tatmin olmuştu. Tava ciğeri de iştahını kabartmadı değildi hani. Karşıya geçip yetişebilecekleri en erken otobüse bilet aldılar: 23.59 kalkışlı sefere.
-23.59’da kalkıyoruz, ama bak 24 değil 23.59 seferi, diyerek kahkahayı bastı.
-Aslında düşününce mantıklı bir zaman seçimi. Düşünsene, 00.00 yazsan hangi gün olduğu karıştırılabilir.
-Biliyorum yine de komiğime gidiyor, tek merakım 23.59’da kalkacak mı cidden.
Sarhoş muhabbetini bitirip otobüse binmeden son kez birer sigara yaktılar. Kapının önünde hiç bagajı olmayan ve sadece tava ciğeri için yolculuk eden bu iki sarhoş genç gidince neler yapabileceklerini düşünüyorlardı. Anıl’ın eskilerden tanıdığı bir arkadaşı Edirne’de okuyordu. Gerçi uzun zamandır da konuşmamıştı ama onu arayıp planlarından bahsetti. Neyse ki arkadaşı olumlu bir cevap verip onları gece için evine davet etti. Böylece sabahı otogarda oturarak beklememiş olacaklardı.
-Hadi gençler otobüs kalkıyor geçin içeri, dedi şoför.
Sigarasından son bir fırt çekip içeri girdi, ardından da bizimkiler. Otobüs tam 00.02’de kalkmıştı, birbirlerine saati gösterip güldüler.
İçeride her tipten insan vardı, kasketli yaşlı amcalardan çocuklu ailelere, yabancı uyruklulardan gençlere kadar. Ülkenin küçük bir ortalaması bu otobüste vuku bulmuştu. Hepsinin tek ortak noktası ise hiçbirinin konuşmuyor oluşuydu. Bizim iki arkadaş ise konuşmak, gülmek hatta hareket etmek istiyordu. Ancak yaşlılar gözlerini çoktan kapatmış, gençlerden bazıları ise telefonuyla vakit geçiriyordu. Anıl da şansına cam kenarını almış dışarıyı izlemeye koyulmuştu.
Önce telefonuna baktı, şarjı çok kalmamıştı. Şimdi onu iyice bitirip bilmediği bir şehirde telefonsuz kalmak istemiyordu. Vakit geçirmek adına insan tiplerini incelemeye başladı. En başta muavine gözü takıldı. 18 yaşlarında daha bıyıkları yeni çıkmaya başlamış, tombul ve iri bir yapısı vardı. Belli ki okumak gibi bir niyeti yoktu ve vasıfsız işlerle hayatına giriş yapmış diye düşündü. Muavinin iri bedeni ve ciddi suratı kendisinde negatif bir izlenim yaratmıştı. Hatta sinirlenmeye bile başlamıştı oturduğu yerden. Ancak bütün düşünceleri muavinin saf gülümsemesiyle değişti. Herkese kibarca ikramda bulunuyordu ve konuşmalarından silik bir tip olduğu anlaşılıyordu. Az evvel ona karşı hissettiği tehditkâr dürtü bir anda acımaya dönüştü. Düşünceleri de değişmeye başladı, okumamıştı ama belki de imkânı yoktu. Yoksa kim bu yaşta böyle bir işin hayalini kurardı ki? Hatta kim bu yaşında çalışmaya başlıyordu ki?
Bu sefer gözlerini tam önlerindeki koltuğa çevirdi. Bir genç çift yan yana oturmuş sessizce yolculuk ediyordu. Kadın cam kenarından dışarıyı seyrederken erkek ise kafasını öndeki koltuğa dayamış gözleri yere bakar vaziyette uyumaya çalışıyordu. Yaşları hemen hemen benimle diye düşündü. İkisini inceleyip haklarında yorum yapmaya başlayacaktı ki kadının bir yandan da elleriyle sevgilisinin başını okşadığını gördü. Ne kadar güzel bir hareket, gerçek bir sevgili olmalı diye geçirdi içinden. İnce ve zarif elleri sarışın sevgilisinin kafasını okşuyor ve sevgili de bu güzel hissiyatla birlikte uykuya dalmaya çalışıyordu. Biraz daha baktıkça kafasında bir karıncalanma hissetti, böyle olunca da sanki kendi başının okşandığını hayal etmeye başladı. Genç kadın ara sıra elinin konumu değiştirip bazen enseyi okşarken bazen de başın üstünü ufakça kaşıyordu. O her ne yaparsa aynı hissiyat kendisinde de değişiyordu, bir ensesi karıncalanıyordu bir kafasının üstü. Zaman geçtikçe ne zaman sıkılıp elini çekeceğini merak etmeye başladı. Her geçen dakikada, yorulmuş olmalı birazdan bırakır diye düşünüyordu. Ancak her geçen dakika bu genç sevgili hiç sıkılma ve yorgunluk belirtisi göstermeden sevgilisinin kafasını şefkatle okşuyordu. Artık rahatsız olmaya başlamıştı bu durumdan. Ufak bir kıskançlıkla ne kadar şanslı çocuk diye düşündü. Böyle bir sevgiye sahip birini bulabilmiş kendine diye de ekledi. Göz ucuyla iki sevgiliyi de bir süzdü, kadın gerçekten duru bir güzelliğe sahipti. Giyinişi de oldukça basitti ama erkeğin yüzünü göremiyordu. Tek gördüğü kısa sarışın saçlar, beyaz bir tişört ve kendisinden geniş omuzları olduğuydu. Bir an için erkeğin başını oynatmasıyla dikkatini tekrar okşama eylemine yöneltti. Evet evet şimdi artık elini çekecek diye umut etti. Ancak beklediği gibi olmadı, genç kadın yüzünü pencereden dahi çevirmeden sevgilisinin başının yerini eliyle usulca buldu ve yavaş yavaş okşamaya devam etti. Artık siniri bozulmuştu, bu kadarı da fazla oluyordu. Bir insan bir insanı bu kadar sevmemeliydi, çünkü kimse onu böylesine sevmemişti. Yahu ben annemden bu kadar şefkat görmedim dedi içinden. Muavinin sesi geldi usulca:
-10 dakika ihtiyaç molası veriyoruz.
Anıl hemen doğruldu ve:
-Hadi çıkalım, birer sigara içeriz, dedi.
Anıl’a baktı, aklından geçen düşünceye istemsizce bir tanesi daha eklendi ve bazıları anne şefkati dahi görmemiş diye geçirdi içinden.
***
İlk yorum yapan siz olun