İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Delüzyon I

Her gün duyduğu alarmın sesiyle yeni bir güne gözlerini açtı. Başı çatlarcasına ağrıyor ve yataktan kalkmayı hiç mi ama hiç istemiyordu. Gün çoktan doğmuş ve güneş tüm odayı aydınlatmıştı. Gözlerini açıp yanındaki su şişesine yöneldi ve hepsini tek seferde içti. Alarmın rahatsız edici sesini bir kez daha duydu ve saatini kontrol etti. Saat çoktan 10’a gelmiş ve mesai hali hazırda başlamıştı. Yavaş hareketlerle üstünü giyindi ve vücudundaki bütün yorgunluğa rağmen evden dışarı çıktı. Ardından asansöre binip alçalmaya başladı bu sırada da aynadan kendisine uzun uzun baktı. Yağlanmış saçlar, eroinmanı andıran göz altları ve mutsuz yüz ifadesi. Ne zaman çehrem bu hale geldi dedi kendince. Otoparka inince gözleri beyaz arabasını aradı, bulamadı. Nereye koyduğunu hatırlamıyordu ki. Uzaktan kumandalı anahtarına sürekli basılı tutarak yürümeye başladı ve en sonunda aydınlanan farları görüp arabasını bulabildi. Deri kaplamalı koltuğuna oturup sakince sürmeye başladı zaten ancak ayılıyordu.

Ofisine gittiğinde sekreterini onu beklerken buldu, kapının önünde de bir hayli uzun sıra. İçlerinden genç biri:

-Doktor beyefendi uyanıp gelmeyi becerebildi sonunda, yahu randevu alıyoruz yine saatlerce bekliyoruz diye sitemini belirtti.

-Biz de keyfimizden geç kalmadık ya! Hasta ziyaretindeydik ancak gelebildik, dedi. Hemen kapıyı kapattı. Sekreteri ile göz göze geldi, o da biliyordu bunun doğru olmadığını ve hayıflarcasına baktı. Çok dokunmuştu bu bakış çünkü kızgınlık içermiyordu, aksine acıyan bir bakıştı. Kendisini aşağılanmış hissetti ama hakketmişti ya bir şey de diyemiyordu.

-Bana bir kahve yapar mısın, bol şekerli. Sonra da hastaları sırayla almaya başlayalım.

-Peki, doktor bey hemen.

Beyaz önlüğünü üzerine çekti, masasına oturdu. Hiç gerekmemesine rağmen notların ve defterlerin yerini değiştirip tekrar düzenledi. Böylece kendini hazırlanmış hissetti. Sekreteri de hastaları sırayla içeri almaya başladı. Hastalarının yarısı yaşlı ve hiç mi hiç kendine bakmayı beceremeyen insanlardı. Kapının önünde kocaman “65 yaş üstü kan tahlili yaptırmadan muayeneye gelmeyin” yazmasına rağmen hala yaptırmadan gelenler oluyordu. Ne kadar da boktan işti şu doktorluk. Onca çalış, didin yaptığın iş ağız kokusu dolu bir sürü anlamaz-bilmez kişiye kendi sağlıkları için tetkik ve tavsiye vermekten ibaretti. Çoğu semptom ve hastalık, kendi doktor muayenesi açısından rutine bağlanmıştı, gelen hastalara verdiği ilaçlar ezberinden gidiyordu. Zaten kendisini aşan bir durum olduğunda hemen hastaneye sevk ediyordu. Öbür yandan da çocuklara davranışı ise aksine sevecen ve arkadaşçaydı. Kendisini de çocuktan sayıyor gibi yakından ve onların gözünden bakıyordu olaylara. Ama kendisini ilgilendirmeyen bir şikâyet olduğunda hemşireyi azarlamayı da hiç ihmal etmiyordu.

Öğle arası odasına kilitlenip koltuğuna sırt üstü yayıldı. Gözlerini kapattı, uykusu vardı ve yorgundu. Uyuklamaya başladı, hayal alemine geçti hemen. Gözünden onlarca anı geçiyordu, kimisi hayal ile karışık. Hepsinde gezdi biraz biraz ve gözlerini açtı. Saatler geçmişçesine korkmuştu, kapı da kilitliydi. Yoksa uyuya mı kalmıştı? Saatini kontrol etti, sadece 4 dakika geçmişti. O kadar düşünce 4 dakikada mı aklından gelip geçmişti. Zamanda hiç geçmiyordu ve canı çoktan sıkılmıştı. Hem açlık da hissetmiyordu, öğle arasında başka ne yapabilirdi ki. Ecza dolabıyla göz göze geldi. Biraz içkiden zarar gelmez diye düşündü ya hep böyle başlıyordu zaten. Dolabın içinden saf alkol görümünü verdiği ama içine kaliteli bir kazak votkası koyduğu şişeyi aldı. Hemen ağzına dikti ve birkaç ağız dolusu yudum aldı. Alkol ağzını ve bütün yemek borusunu yakarak midesine oturdu. Ağzına bir tane naneli şeker attı ve pencereyi açtı. Aşağıda hemşirelerin kendi arasında laklak yaptığını gördü ve içinden onlarla uğraşmak geldi. Ağır ve kendinden emin adımlarla kapının önüne çıktı. Her ne kadar kendini beğenmiş gözükse de bu beğeni hemşireler açısından hiç de boş değildi. Uzun boyu, görece geniş omzu ve çeneli suratı ile her hemşirenin en az bir gece onu düşünmesini sağlamıştı. Hemşireler onu üç kelime de özetliyordu: genç, bekar ve yakışıklı. Her ne kadar rahatsız oluyormuş gibi yapsalar da bu tuhaf ilgi onları hoşnut ediyor onunla olan muhabbeti uzatmaya çalışıyorlardı. Doktor kapının önüne çıkar çıkmaz lafa başladı:

-Bütün gün kafamızı patlatırken siz burada dedikoduyu hiç kaçırmıyorsunuz. Tabi ne olacak en fazla vur iğne geç, sorumluluk sizde değil ya.

-Hiç öyle olur mu canım sizin o iki dakika tahammül edemediğiniz Ayşe teyze, Mehmet amca bize neler çektiriyor bir bilseniz, dedi hemşirelerden birisi. Kendince naz yapar bir hali vardı ama doktor açısından bu naz ona kendisinin arzulandığı hissi yaratıyordu. Bir diğer hemşire de söze atıldı:

-Hele ki Mehmet amcalar var Mehmet amcalar, siz anlayın artık.

-Niye kız ters bir şey mi oluyor ki?

-Ters bir şey olmuyor da olmasın diye uğraşıyoruz da ondan olmuyor. 70ine basmış amca ama 70’e basmak yetmemiş daha neye basacak ben anlamadım

Bütün hemşireler bu yarı erotik şakadan rahatsız olur gibi yaparken yarı şuh kahkahalar attılar. Ama doktorun çok hoşuna gitmişti bu şaka, gülümsedi. Aralarında en sessiz kalan ve göz göze gelmekten sakınan Zeynep hemşireye baktı uzun uzun. Diğerlerine göre hem genç hem de daha masum geliyordu ona. Hatta ciddi bir şeyler bile düşünebilirdi, bir gün yemeğe çıkarıp akşam evime götürsem fena olmaz diye düşündü. Ama anlamadığı bir soğuk hava vardı ve bundan dolayı çekiniyordu. Alkol üstüne düşeni yapmaya başlamış ve doktorumuz gevşetmişti. Zira bugünlerde gevşemeye çok ihtiyacı vardı. Eskisi gibi taş çekemiyordu sonuçta ve bunu ancak alkolle geçiştirebilirdi. Hafta sonu yaşadıkları aklına gelir gelmez daralmaya başladı ve bütün içi dışı bir anda kötü oldu. Muhabbetin ortasında kayboldu ve tekrar ofisine geçti. Kafası yine karıştı, geçmişi düşündü. Düşünceler geçti kafasından çekmecesini açtı, bir tomar el yazısı budu. İlgisini dağıtabileceğini fark ederek tek tek hepsine baktı. Yaygın hastalıklar ve yazılabilecek ilaçlar hakkında kendisinin hazırladığı notlardan oluşuyordu çoğu. En başta da bir giriş sayfası:

“Bugünlerde hafızamın eskisi kadar iyi olmadığına şahitlik ediyorum. Onca yıllık eğitimin detaylarının kafamdan birer birer çıkmadığı gün geçmiyor ne yazık ki. Akademideki hocalarımın bahsettiğini şimdi anlayabiliyorum ve bu sebeple bir doktor olarak kendime bu bilgi reçetelerini yazmakta çözümü buldum. Umarım, okudukça bu bilgiler ışığında hekimlik bilgilerimi hatırlayabilirim. 18/12/19”

Böyle bir huyu vardı doktorun. Ara ara kendisine notlar alırdı, bu alışkanlığı çok küçüklükten geliyordu. Belki çalışkan bir öğrenci olduğundandır, yalnızca duyduklarını değil kendi düşündüğünü, yaşadığını da sürekli not alırdı. Büyümesine rağmen önemli olayların günlüğünü tutan doktor bu açıdan hala ufak bir çocuğu andırıyordu. Ve asla notlarına tarih atmayı ihmal etmezdi, böylece o günü düşünüp yakınlardaki olayları da çıkartmaya çalışırdı. Hatta tıp öğrencisiyken bu ezbere çalışma metodu onun çok işine yaramıştı.

Kapının çaldığını duydu,

-Sen misin Gizem, diye seslendi sekreterine.

Evet cevabını alınca kapıyı açtı, gerçi Gizem olmasa da kapıyı açacaktı da sormuş bulundu. Masadaki kağıtları topladı güzelce, sekreterinden bir kahve daha yapmasını istedi. Bol şekerli demeyi de ihmal etmedi. Böylece ihtiyacı olan glikozu nispeten alıp biraz daha canlı kalabileceğini biliyordu. Masada notlara bakarken artık onların arkasındaki detayları neredeyse unuttuğunu fark etti. Okuduğu yazılar arasında neden sonuç ilişkisi kuramadığı salt bilgilerdi artık onun için. İyi ki bunları yazmayı akıl etmişim diye sevindi. Uzun süreli, yorucu alkol ve uyuşturucu ikilisi beynini gerçekten allak bullak etmişti. Şöyle kenar bir sağlık ocağında olmasa çoktan işten uzaklaştırma almıştı. Hatta daha kötüsü hakkında madde bağımlılığına dair bir söylenti çıkıp fiilen kariyeri bile bitebilirdi. Bunlar onun için paralel evren senaryolarından başka bir şey değildi ve kapının çalmasıyla üzerine düşünmeyi bıraktı. İşte yeni bir hasta dalgası gelmişti. Şikayetler sabah gelmeyi gerektirmeyecek kadar ağır olmayan şeylerdi, daha önce hazırladığı şemaya göre teşhis koyup ilaç yazmaya devam etti. Ancak bu gelen hastaların içinde son birkaç saat içinde şikayetleri başlayan hastalar da yok değildi. Geçen birkaç saatin ardından tekrar kapı çaldı ve içeri karnı burnunda, elinde 5 yaşlarında bir çocukla birlikte bir anne girdi.

Küçük çocuk içerisini fazlaca temiz buldu ve gördüğü tüm odalara göre daha boş olan bu ofisi süratle incelemeye başladı. Gözlerini önce dolaba ve içindeki onca parlak eşyaya çevirdi. Dolaptan ilgisini yitirince kafasını uzak köşedeki görme bozukluğu testinde kullanılan irili ufaklı harflere çevirdi. Ayrıca içerideki kokuyu da tuhaf bulmuştu, yakıcı bir ferahlığı vardı tüm ortamın ama bunu ifade etmesini bile bilmiyordu. Bu odada onun için inanılmaz eşyalar vardı doğrusu ve birçoğunu ilk defa görüyordu. Küçük çocuk etrafındaki pek çok şeyi anlayamıyordu ama annesinin kötü bir haber aldığını derhal anladı. Annesinin gözlerinden aşağı ufak ufak yaşlar akıyordu, onu teselli etmek istedi. Karnına sarıldı ve doğmamış kardeşini öptü. Bu göçmen ailenin bozuk Türkçe kullanmadan yapabileceği en iyi iletişimi gerçekleştirmişti. Fakat gerçekte olan bitenlerden bihaberdi.

Doktor asistanına içeri başka kimseyi almadan dışarı çıkmasını emretti. Bütün yüzü kızarmıştı ve soluğu kesilmişti. Aklı almıyordu, nasıl böyle bir şey yapabilirdi. Masaya bir yumruk atmak geldi içinden ama dışarıda hastalar vardı, tepkilerinden korktu. Yapamadı. En iyi bildiği dostuna doğru yöneldi, tek seferde lıkır lıkır içmeye başladı. Nefesi yettiğince içti. Ağzı yandıkça sanki cezasını çekiyormuş gibi hissediyordu ama içindeki pişmanlık ve suçluluk hissi bir şişe votka ile geçebilecek bir şey değildi. Alfabedeki harfleri sayar gibi sesli sesli ilaç ve hastalık isimlerini saymaya başladı. Komplikasyonlar ve riskli grupları aklına getirdi. Hayır olamazdı, böyle bir hatayı yapmış olamazdı. Hamile bir kadına nasıl düşüğe sebep olabilecek bir ilaç vermişti? O çok güvendiği aklı, kendisini bugüne taşıyan hatta hayatını üzerinden kazandığı aklı, o kadar kişi arasından o’nun doktor olmasına izin veren aklı, kendisini yanıltmıştı. Başından tekrar kaynar sular dökülmüştü. Doktor olmanın bir kötü tarafı herhangi bir yanlışın insan hayatına mal olmasıydı ve doğmamışın bir çocuğun hayatını ailesinin elinden almıştı. Peki ya böyle basit bir hatayı nasıl yapabilirdi? Karnı kafası kadar şişmiş ve hamile olduğu apaçık ortada olan bir kadına düşüğe sebep olacak komplikasyonları geliştiren bir ilacı vermek, aptallıktı.

Doktor olmanın bir diğer kötü tarafı da insanın kendini teşhis edebiliyor olmasıydı ve belki de yaşadığı basit bir semptomdan onlarca hastalık türetebilmesi. Pek çok doktor bunu aşıp aksine her şeyi umursamaz hale geliyordu. Fakat böylesine bir hata, son zamanlardaki onlarca unutkanlık örneği. Bunlar basit semptomlar değildi. Şüphe yok, demansın (beyindeki belirli proteinlerin bozulup hafıza, düşünme gibi akli fonksiyonları geriletmesi) semptomlarıydı bu yaşadıkları. 70 yaşında Alzheimer hastası da değildi ki nasıl başlamıştı. Gerçi düşününce küçük de olsa onlarca ihtimal geçti gözünün önünden. Uzun süreli yüksek doz kokain, mdma, esrar ve alkol tüketimi demansa sebebiyet vermiş olabilir miydi? Doktor asla kendisini tam bir bağımlı olarak değerlendirmezdi. Onun için bağımlı olmak köprü altlarında yaşanan rezil bir hayattı ve kendisi görece lüks bir sitede sağlıklı beslenerek yalnızca keyif amaçlı madde kullanımı yapıyordu. Hele ki iki aydır alkol harici başka hiçbir keyif verici maddeye eline sürmemişti. Başka sebepleri olmalı diye düşündü, kafası zaten karışıktı. Geçmişi de hatırlayamayınca iyice çileden çıkıyor ve kendi içinde hasta olduğunu kabullenmeye başlıyordu. Belki de belki de dedi, üniversite yıllarında ders çalışırken kullandığım ilaç olabilir. Uzun saatler boyunca dikkati dağılmadan ders çalışabilmesini sağlayan, hukuk ve tıp öğrencileri arasında yaygın olan bu kırmızı reçeteli ilaçlar topluluğundan herhangi bir tanesi de buna sebebiyet vermiş olabilirdi. Kendi kendini tedavi etmek istiyordu zira bu maddeleri kullandığını başka hiçbir meslektaşının yüzüne söyleyemezdi.

Hastalığın derdini bırakıp başına gelebilecekleri düşündü. Eğer hamile kadın düşük yaptıktan sonra başına gelenleri sıradan bir doktora dahi söylerse hapı yutmuştu. Daha kötüsü çocuğun özürlü doğma ihtimali de vardı ki bu kesin geçmişe dönük bir araştırmaya sebep olurdu. Gerçi aile Suriyeli bir göçmen aileydi ve Türkçe konuşamıyordu. Peki ya eşi biliyorsa ya eski kafalı adamın tekiyse ve olayları öğrenip kapıma dikilirse? Ne de çok ihtimal vardı değil mi? Meslekten uzaklaştırma alması kesindi ama büyük ihtimal meslekten men ile sonuçlanacaktı. Hele ki herkesin doktorların üzerine gittiği şu dönem de medyaya dahi düşebilirdi. Suçluluk hissinin yerini derin bir korku aldı. Sarhoşluk hissi de gelince harekete geçmeye karar verdi. Asistanının yaşananlardan hiçbir şey anlamadığına emindi zira neskafeden bile fal bakmayı deneyecek salaklıkta bir kadındı, bu ilacın düşüğe sebep olduğunu anlayamazdı. Yine de şüphelenmemesi lazımdı. Telefonuna sarıldı, zil sesini açıp çaldı. Sonra da sanki telefonu açıyormuşçasına durdurup eline aldı. Sarhoşluğun verdiği cesaretle bağırarak başladı:

-Dayı! Annem diyorum kötüymüş fenalaşmış. Kısa bir sessizliğin ardından:

-Haberin olsun diye aradım. Sen yakınsın ona, lütfen bir gidip bakar mısın? Ben hemen geliyorum, hemen. Akrabalara da haber verir misin benim gücüm kalmadı.

Asistanın duyduğundan emin olmak için sesi yüksek tuttu. Hatta kapıya yakın bazı hastalar dahi duydu olan biteni. Aralarından birkaçı “ay yazık” “vah! vah!” diye üzüntülerini belirtti. Ama akşam eve gidip anlatacak bir konu bulduklarından da sevinmiyor değillerdi hani.

Doktor biraz bekledi, yüzüne sarıldı elleriyle. Bastırarak kızarttı her tarafını. Zaten beti benzi atmıştı iyice kötü gözüküyordu. Şişeyi yerine koydu, odaya son kez bir göz attı. Masanın üstünde boş bir kâğıda imza attı ve kapıyı açtı. Asistanına baktı ve:

-Ben gidiyorum, annemi hastaneye kaldırmışlar. Acil gitmem lazım!

-Doktor Bey çok üzüldüm. Yardımcı olabileceğim bir şey var mı, dedi asistan onun da gözleri dolmuştu.

-Masaya imzalı kâğıt bıraktım onu doldurup izin için Faruk beye iletir misin? 1 hafta isteyelim, durumu belirt lütfen.

-Tabi, derhal yaparım.

Hastalardan da doktora geçmiş olsun dilekleri geliyordu. Doktor önlüğüyle hızla adımlarla uzaklaştı oradan. Sağlık ocağının arkasındaki arabasına atladı, hızlıca sürmeye başladı. Dışarıdan gören gerçekten acele bir yere yetişiyor zannedebilirdi.

İlk gittiği yer bir süper market oldu. İçeri girdi ve canının çektiği her şeyden 3er 4er almaya başladı. Makarna, çikolata, sebze, et, kola ve süt hepsinden koydu market arabasına. İçki reyonuna yaklaşınca da bira, votka ve şarapla kalan yerleri doldurdu. Kasaya gelince de bir karton sigara ekledi ve kredi kartına ödeyip hızlıca ayrıldı. Bir an önce kendini eve atmak ve kimseyle görüşmek istemiyordu.

Eve gelince önlüğünün hala üzerinde olduğunu fark etti. Hızlıca çıkardı ve aldıklarını buzdolabına yerleştirdi. Acıkmaya başlamıştı artık kendine aperatif bir şeyler hazırlayıp televizyonun karşısına geçti. Daha önce tüm bölümlerini izleyip bitirdiği bir Sitcom dizisi (durum komedisi) açtı. Böyle bir durumda ne izleyeceğini riske edemezdi, derhal komik bir şeyler izleyip neşelenmeliydi. Bir taraftan da birasını açtı ve çerezle birlikte afiyetle tüketmeye koyuldu. Sonunda o güvendiği dört duvar arasında rahatlığa erişmişti. Hatta bir müddet tüm yaşadıklarını bile unutup samimi kahkahalarla televizyona eşlik etmişti. Ama gittikçe güzelleşen kafası artık sadece oturarak eğlenebilme eşiğini geçmişti. Sıkıldığını fark edip televizyonu kapattı aniden. Sudan çıkmış balık gibiydi, yavaş yavaş tekrar dünyaya döndü. Hareket etmek istiyordu, dışarı çıkmalıydı. Telefonuna sarıldı, rehbere göz gezdirdi. Hafta içi dışarı çıkıp eğlenecek birisi lazımdı ona. E’ye gelince Engin’de durdu.

Engin konservatuarı yeni bitirebilmiş, ara sıra barlarda çalan bazen tiyatro veya dizilerde küçük rollerde oynayan, kalan vakit ve parasını da Kadıköy’de bar ve gece kulüplerinde harcayan biriydi. Esmer ten rengini ve gür sakallarını küpe ve piercinglerle süsleyip modern görünüm kazanmıştı. Gevşek ve yavaş ağzı, konservatuarda kazandığı güzel kelimelerle konuşma yeteneği ile İstanbullu olduğunu belli ediyordu. Sanat üzerine de gereksiz bir özgüvene sahipti. Telefonu çalınca elindeki gitarı çalmayı bıraktı ve:

-Gençler bir dakika bunu açsam olur mu, dedi. Cevabı çok da umursamadan ayağa kalkıp uzaklaşarak telefonu açtı:

-Vay Doktor Bey! Sen bizi arar mıydın ya?

-Boş yapma Engin arıyoruz ya işte. N’apıyorsun?

-Şaka yapıyorum be, ne yapayım atölyede gençlere gitar kursu veriyorum. Senden naber?

-İyi evdeyim bir iki bira içtim de canım sıkıldı be. İşin yoksa çıkalım dışarı bu akşam?

-Olur da yarın işim var diye erkenden kaçacaksan hiç buluşmayalım. Sonra gecenin bir saatinde tek başıma kalıyorum.

-Yok be yarın işe falan gitmiyorum, canım sıkkın zaten. Gelince anlatırım hikayeleri.

Önemli bir olay varmış gibi söyledi ki, yanına tanımadığı birini alıp gelme patavatsızlığını yapmasın. Hem merak da uyandırmıştı ya kesin gelirdi artık. Şimdi de hazırlanmak lazımdı, hem bir iki biradan daha sarhoştu, biraz ayılıp daha uzun uzun içebilecek seviyeye gelmeliydi. Kaynamış suya makarna koyup duşa girdi. Önce en soğuk suda bir uyandırdı kendini. Bütün vücudunu hissettirdi ona soğuk. Sonra da yavaş yavaş sıcağa geçip iyice rahatladı. Temiz bir duşun ardından çıkıp makarnasına baktı. Tam zamanında gelmişti, kendi kendine gülümsedi. Böyle küçük talihli olaylar doktoru çok sevindirirdi. Üzerine bol bol mayonez ve ketçap sıktı. Zira yağlı yemeklerinin alkol sonrasına iyi geldiğini biliyordu. Afiyetle yemeğini yiyip üstüne de bir şişe su içtikten sonra üzerine ağırlık çökmeye başladı. Her şey planladığı gibi gidiyordu. Şöyle bir saat sonrasına da alarm kurup gözlerini kapadı. Gerçekten de alarma kadar deliksiz uyudu. Sonra kurduğu alarmı da erteleyip biraz daha devam etti. Ardından çok da geç kalmayayım diye açtı gözlerini. Nispeten dinlenmişti ve dinç hissediyordu. İyi ki gencim dedi içinden. Yoksa şu tempoyla bırak dışarı çıkıp içmeyi uykumdan bile uyanamazdım diye düşündü. Giyinip hızlıca kendini dışarı attı, fakat arabayla gidemezdi. Gece sarhoş döneceği o kadar açıktı ki, hafta içi bile olsa çevirmeye yakalanabilirdi. Arayıp taksi çağırdı sitenin girişine, oradan da Kadıköy’e…

Mekâna girince Engin’i içerde birasını içerken buldu. Sakin sakin otuyordu, kendisini görünce ayağa kalkıp tokalaştı:

-Özlemişim bu yüzü, oldu sanırım bir iki ay ha?

-Oldu herhalde, ben de özledim cidden. Ee anlat bakalım neler yaptın bu ara? Gitar işi falan?

-Çok önemli bir şey yok, aynen devam ediyoruz işte. Baktım, çok iş gelmiyor bu aralar alternatif ne yapabiliriz? Cengiz abi var, hatırlarsın atölyede. Gitar kursu veriyorlardı, eski öğretmeni evli bir erkekle mi kaçmış öyle bir şeyler olmuş işte. Bana sordu yapar mısın falan. Biz de başladık öyle.

Engin’in sürekli takıldığı ve şimdi işe bile başladığı yerin adı Çınar Sanat Atölyesiydi. Bahariyenin iç sokaklarında zemin kat bir daireden bozma bu atölye kendi deyimiyle emekli tiyatro emekçisi Cengiz Abi tarafından kurulmuş ve işletiliyordu. Müzik alet ve enstrümanlarının tamir, satımının yapıldığı, bir başka odasında da kendi sanat eseri koleksiyonunu sergilediği bir atölyeydi burası. Konumu gereği önüne bir-iki masa sandalye koyma imkânı bulan Cengiz, çay servisine başlayınca da iyice işlek bir hale gelmişti. Şimdiler de küçük gruplara gitar kursu da veriliyordu. Ancak Engin burası hakkında asla uzun ismiyle bahsetmezdi. Kendini sanatçı olarak görerek ve bunun havasıyla “bizim atölye yahu” diyerek kısaca atölye deyip herkesin anlamasını isterdi.

-Şimdi de sen anlat bakalım, neymiş hikayeler?

-Anlatacak bir şey yok aslında, çok bunaldım işten 1 hafta izin aldım.

-Hadi ya, geçmiş olsun da. Neyinden bunaldın işin? Mis gibi işin var, istediğin saatte gir çık laf eden bile yok.

-Saçmalama Engin. Ne kadar zor yaptığım iş, sen de biliyorsun ezberden konuşma şimdi.

-Tamam canım, biliyorum haklısın. Var mı bir özel sebebi falan nedir yani bir anda izin. Hani tatile gitsen anlarım da akşamında benimle barda oturmuşsun. İnsan merak ediyor.

-Özel bir sebebi yok, dedi. Aklına yaptığı hata geldi en gerçekliğiyle. Yine de ne bu gece ne de başka bir gün bu yaşadığını söylemeye niyeti yoktu. Hatta mümkünse bugünü toptan unutmaya ihtiyacı vardı. İzini boşuna almamıştı ya, dilediği kadar içebilirdi. Garsona iki tekila shot söyledikten sonra, arkadaşına döndü ve:

-Bu gece bendensin, biraz eğlenelim, dedi. Yüzünde yeni oyuncak alınmış bir çocuğun yüz ifadesi vardı.

Biraz daha içtikten sonra çok fazla oyalanmadan mekân değiştirmek için kalktılar. Takvimsel olarak bahar gelmişti ama havalar hala tam ısınmamıştı. Hele bir de hafta içi olunca sokaklar da pek canlı değildi doğrusu. Zaten Engin’in de alkol içesi pek yoktu. Onun aklı fikri ot içip gülüp şekerli bir şeyler yemekteydi. Sarhoş olunca da bu arzularına set vurmakta daha da zorlanıyordu. Kendine has patavatsızlığıyla ot içme fikrini ortaya atmaktan hiç geri durmadı:

-Sarsak mı ya, ne dersin? Gülüp eğleniriz.

Doktor tam bu esnada Engin’i neden uzun zamandır aramadığını hatırladı. Çünkü bu esrarkeş ne zaman biraz içse saralım mı içelim mi diye darlayıp insanı zorla ot muhabbetine çekiyordu. Doktor ise zaten uyuşturucuyla arasına mesafe koymayı denerken bir de ot içip ertesi gün pişmanlıkla uyanmak istemiyordu. Bahane üretmek adına sordu:

-Var mı ki yanında? Bak alacaksak uğraşamam bu kafayla.

-İkimize yetecek kadar var. Hatta sabahı bile çıkartır. Ama böyle sağda solda içmiyorum artık. Eve gidelim bence.

Doktor hemen cevap vermedi, düşündü biraz. Zaten boktan bir gün geçirmişti, ertesi gün işe de gitmek zorunda da değildi. Sarhoşluğun da etkisiyle şöyle iki arkadaş eve gidip biraz gülüp eğlensek iyi gelebilir diyerek:

-Tamam lan, hadi gidelim bana. Sağda solda vakit kaybetmeye gerek yok. Atlayalım taksiye.

Ana caddeye inip taksiye bindiler. Gidecekleri mesafe çok uzak değildi ama yürüyerek de gidilmezdi. Yine de taksici muhabbeti çekilmeyecek kadar uzun sayılırdı.

İlk yorum yapan siz olun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 + 1 =