İnsanlığın on binlerce yıl süren serüvenin ardından bugün bulunduğumuz konumdayız. İlkinleri tek pare bedenimizle başladığımız bu macerayı sonraları doğayı anlamaya çalışarak ve denetime tabi tutma uğraşı içerisinde çok daha gelişkin bir aşamaya çıkardığımız ise ortadır. Pek tabi, ihtiyaçlarımız doğrultusunda gelişmiş, ardından da ihtiyaçlarımızı belirleme şansını bile elde ettiğimiz bu sürecin içerisinde ne yazık ki bir lale devri aşamasındayız. Çünkü uzun zamandır gelişmeyi oldukça baltalayan yaygın bir anlayış var: kavramsal anlamda “ilerleme”nin var olmadığı anlayışı.
Sosyal bilimlerin bilim olup olmadığı gibi kendi içerisinde cevabı verilen bu başlığı ironisinden dolayı tercih ettim. Ayrıca konuyu birden çok kola ayrılan ve her birinin ise bir birine desteklediği farklı başlıklar altında incelemenin daha doğru olduğu kanısındayım. Elbette ki bu başlıkların da kendilerini ortaya koyan nedenleri saptamak, etki sürecini incelemek ve nasılı hakkında yorumlar yapmak üzere üç farklı aşamada ele alınması gerektiğinin de. Yazımın bir amacı olduğu ve bu amacın altında ise kısıtlı bilgim ve imkanım neticesinde kabaca tarifler yapmak zorunda kaldığımı belirtmek durumundayım.
Bugünlerde sohbetlerimizin hiç değilse yan masa konuşmalarının sorguladığı, sosyal bilimlerin bilim olup olmadığı sorusundan çok bilimsel ilerleme kavramıdır ve sosyal bilim üzerindeki bu fikirsel kargaşa ise bu durumun bir çıktısıdır. İlginçtir, bilimin veyahut bilimsel ilerlemenin bir ölçütü olamayacağını düşünenlerimiz bilimi ayrıştırırken ise sözüm ona ölçüsüz ve özellikle sosyal bilimi ise kendi at koşturma sahaları olarak görmektedir. Belirtmeliyim ki her şeyin her şeye etki ettiği evrende amaçlarından birisi evreni anlamak olan bilimin bu tarz ayrımlara maruz kalması onun gelişkinliğine karşılık insanın kısıtlı algısından kaynaklanmaktadır. Bu ayrımların her zaman var olmadığı veya ayrımların ilerlemeyle oluştuğunu eklemeliyim. Gerçekten de eski zamanların (bilimin daha zayıf olduğu dönemler) profesyonel hakikat arayıcıları hem şifacı, hem simyacı hem de din adamı idiler. Yahut biraz daha günümüze yaklaşınca aynı bedenlerde hem doktor, hem matematikçi, hem filozof görebilmekteyiz. Daha iyi yapılıp anlaşılması için planlı ve makul sebeplerden ötürü ayrıştırılan bilim, aslında bir bütün halindedir. Tabi ki ilerleyen süreç içinde branşların her biri gittikçe dallanmış, her dal ise geliştikçe bir branş kapasitesi ulaşmış, yapay bir ayrıma uğramıştır. Son yüzyıl içerisinde bile üniversiteler yeni fakülteler kurmuş, yeni kürsüler açmıştır.
Kimse inkar edemez ki bilim bugün daha başarılıdır/tutarlıdır/güvenilirdir diğer bir deyişle bilim daha ileridedir. Özellikle son yüzyıl, gelişimin hızının gittikçe arttığı ve gözle görülebildiği bir dönem olduğu için güzel örnekler sunmaktadır. Çünkü insanoğlu uzaya gitmiş, ortalama ömrünü uzatmış, iletişimi ve ulaşımı geliştirmiş kısacası kendisinin de parçası olduğu doğayı daha fazla denetimi altına almıştır. Tarihten ise hayvanın evcilleştirilmesi, sabanın bulunuşu, demir çağına geçiş gibi birçok örnek verilebilir. Somuta daha yakın gözüken bu örnekler yalnızca ortaya atılmasıyla bile ilerlemeyle ilgili kanıtlar sunmaktadır. Aslında bu başlığın tartışmaları tüketilmiş ve nokta koyulmuştur. Belirtmek lazım, bilimin yalnızca gündeliği kolaylaştıran bir işlevi yok yine de üstün körü söylediklerim, genişlemenin ve ilerlemenin yerinde örnekleridir.
Neden sosyal bilimler at koşturma sahası?
Noktalanmış bu tartışmanın su götürmez gerçekliğinden ötürü ilerlemeye karşı bir sonraki argüman ise ilerlemenin ölçütlerinin belirlenemeyeceği, yada daha ileri giderek deney ve gözlem yoluyla üretilen bilgiler arasında bir tercih yapılmayacağıdır; o halde ilerleme var olsa bile neyin ileri olacağı kestirilemeyecektir. Özellikle sosyal bilimler olarak tariflenen branşlarda bu argümanın kafa karışıklığı yaşattığı bir gerçek. Sosyal bilimler nesnel koşullar sebebiyle doğa bilimlerine nazaran daha zayıf kalmıştır. Çünkü deneye daha az müsaittir, tümden varım için eldeki veriler daha az güvenilirdir. Ufak bir örnek verirsek devletin oluşumunu gözlemlemek (hele ki gözlemleyenlerin müdahale etkisi de katılırsa) açık hava basıncını ölçmekten daha zordur. Tam bu noktada ise hakikat çoklayıcıları kendilerine güzel bir saha bulmayı başarmıştır. Yine de sosyal bilimlerin başarısız olmadığı gerçeği vardır.
Burada gözden kaçırılan nokta bilim branşlarının bir birine müdahele etmesi yada destek çıkmasıdır. Mesela tarih bilimi antropolojiden iktisada, arkeolojiden kimyaya çok şey borçludur. Aslında kimya fizikten, biyoloji kimyadan, nöroloji biyolojiden, psikoloji nörolojiden, sosyoloji psikolojiden, siyaset sosyolojiden basamak atlayarak veya tam zıttı yönde faydalanmaktadır.(pozitivist bir yaklaşımla ele almadığımı ekleme mecburiyetindeyim) O halde yapay şekilde ayrılan bilimin yine yapay bir anlayışa mahkum edildiği görülmektedir.
Bilim nasıl ilerler?
Bilimin görevi, düşünce ile gerçeklik arasında bir uyum yahut özdeşlik sağlamak değil, gerçeklikten sağlanabilen sistematik deneyimleri tutarlı bir yapı içerisinde bir birine bağlamak ve bu yapının doğruluğunu giderek artırmaktır. Bilim aslında hakikata karşılık kafalarda oluşturulan algı, bilimsel yasalar ise gerçekliğin parçaladığımız sahalardaki arasındaki ilişkilere karşılık icat ettiğimiz ve tutarlı/başarılı/geçerli görülen yasalardır. Kavramsal olarak bilim, hakikatin insan eliyle üretilen gölgesidir.
Epistemoloji üzerine son yüzyılın en önemli isimlerinden Thomas Kuhn’un düşüncelerini ele almak mecburiyetindeyim. Özellikle Kuhn’un paradigma deyişle belirli bir dönem üzerinde kabul edilen ve o dönemin bilim anlayışı çerçevesinde yapılan bir bilim olan olağan bilim kavramı; paradigmanın ortaya çıkan aykırılıkları bastıramadığı durumda ise kendini devrici bir paradigmaya bıraktığını söylemektedir. Ancak Kuhn’un bilimin, bilim yapanların düşünce, inanç vb. durumlardan etkilendiği noktasındaki düşünüşünü çok önemli bir tespit olarak görüp savının sonraki kısımlarından ayrıştırıp bir daha kullanmak üzere saklıyorum. Bilimsel bir görelilikçi olarak Kuhn, bilimsel ilerlemenin nesnel ölçütü olmayacağı anlayışı içerisinde bilimsel akılcılığın bir ilerici kuram seçimi tarifi yapması gerektiğini öne sürer. Her kurama eşit ölçüde uygulanabilecek bir eleğimizin olmadığı kabulüyle bir ilerici kuram seçiminin de olamayacağı vurgulanır. Bir başka değişle her kavramsal sistemin tarafsız bir gözlem açısından bakılamayacağını söylemek, o sistemde öne sürülen bütün önerme ve varsayımların kendi doğrulanma koşullarını da beraberinde getirdikleri iddiasında bulunmaktır. Peki gerçekten öyle midir? O halde bir paradigmanın bir diğerine egemen olmasının ölçütü nelerdir? Yahut geleneğin aykırılıklarından doğan devrimci paradigmanın da gelecek için potansiyel bir gelenek ve yine benzeri şekilde kendinden sonraki geleneğe imkan verecek kendi aykırılıkları neden kendinden bir önceki aykırılıklara yeğlenmiştir? Yalnızca duyum ve gözlem üzerine odaklanılıp duyum ve gözlemin nesnesi varlık yadsınırsa cevabı “keyfiyet” gibi ikna edici olmayan bir öneri ile sınırlı kalan bu açmazda bilimsel ölçütün bizim kavrayışımızda değil gerçekte aranılması gerekir. Bu açıdan da epistemoloji ile ontoloji düzeyleri arasında bir ayrım gerektirir.
Yine Kuhn’un ortaya attığı görelilikçiliğin benim yukarıda saklı tuttuğum bilim yapanın öznelliğinin bilime olan müdahalesi ile iknaya çalıştığını görüyorum. Kolay anlaşılması ve kısa olması açısından bilim yapanın etkilerinin hepsini; olağan bilimde, varolan bilim imgesinin altına topluyorum. Hakikaten de bilim yapan öznenin, etkinliğe nesnel olmayan etkileri bilim imgesinin aracılığıyla bilime etki haline bürünmektedir. Bir başka deyişle; zaten bilim topluluğunun içindeki kişinin inanç, ideolojisi onun içinde bulunduğu bilimsel paradigmanın bilim imgesini de belirlemektedir. Kuhn der ki; “Bir bilim çevresi bazı sorulara sağlam yanıtlar bulduğu kanısına varmadıkça esas araştırmanın başlaması söz konusu değildir”* Bu bazı sorulara verilen cevaplar, o bilim çevresinin bilim imgesi ile karşılıklı etkileşim içerisinde olduğunu ve bilim imgesinin temel sorulara karşılık doğru veya doğruluğuna inanılan cevapları türettiğini söyleyebiliriz. Peki olağan bilim etkinliği, söz konusu bilim çevresinin dünyayı nasıl gördüğünden beslense de, bilim etkinliği(ki aynı bilim çevresi tarafından yapılması zorunluluğu barındırmadan) bilim topluluğunun gerçeği yorumlaması üzerinde büyük bir etkiye sahip değil midir? Devrimlerin geleneksel dönemin içinden çıktığı ve devrimin yaratanın aslında geleneğin olması gibi özellikle olgunlaşmış bilimde alt-üst yapı ayrımına uğratılmadan da bilimsel ekinlik açıklanabilir. Çünkü bilimsel etkinlikler de bilim imgesini belirlemektedir, hatta bir ideolojik katılıkta bilimsel etkinliğin dünya görüşünü belirlediğini söyleyen bilim insanları fazlasıyla mevcuttur. Bir yandan da Popper gibi yanlışlamacıların bilimin ilerleyişini devrimsel değil de nispeten evrimsel ele alan savları paradigmanın bilim etkinliğine olan etkisinin altüst edilebileceği konusunda güzel bir örnektir.
“Bilimsel devrimlerin yapısını” eleştirirken zamana doğrusal bir paradigma silsilesi yerine aynı zamanda bir birlerinden farklı paradigmaların varlığını da ele almak gerekir. Kendi terminolojisi, tutarlılığıyla diğerleriyle doğrudan uyuşmazlık barındıran iki farklı bilimsel paradigmayı ele alalım: Ortaçağdaki Batı ve İslam Medeniyetlerinin bilimleri. Farklı dinsel inanç ve farklı coğrafyalarda yeşeren bu iki bilim anlayışı kullandıkları uzunluk ve ağırlık birimleriyle bile ayrışmaktadır. Toplumsal yapıları, inançları, dünya görüşleri, dilleri farklıdır ve pek tabi bu sebeplerle farklı bilişsel sistemleri, bilim geleneği ve paradigması vardır. Peki bu medeniyetlerin ardıllarındaki bilim anlayışı farkları ile ortaçağdaki bilim anlayışları aynı durumda mıdır? Kendi tarihimizden örneklerle bile batı medeniyetinin bilim paradigmasının baskın çıktığını rahatça ifade edebiliriz. Bugün bu tür bir medeniyet ayrımı yapmasak da (elbette ardılları arasında hala ufak farklılıklar görebiliriz) süreç içerisinde farklılığı azaltan, baskınlığı yaratan nedir? Yahut paradigmaların birbirleriyle savaşmasının etkileşmesinin sebebi nedir? Eğer Kuhn’un iddia ettiği gibi her paradigma aralarında ilerici bir seçim yapamayacağımız ölçü de kendi doğrulama koşullarını yaratıyorsa farklı iletişim araçlarına sahip iki öznenin soyut bir zamanda anlaşamayacağı gibi bu iki paradigmanın arasında bırakın baskınlığı etkileşim gerçekleştirecek hatta gerektirecek bir ilişki dahi mevcut değildir. O halde böyle bir etkileşimin varlığı ancak epistemolojik düzeyle ontolojik düzey arasındaki farkın ortaya konulması ile aşılabilir. Çünkü etkileşim bir nesnel ölçüte dayanmaktadır, bu nesnellikle ise ontolojik bir nesneye. Daha önce tariflediğim gibi bilim insan icadı bir kuram olarak gerçekliğe karşılık oluşturulmuştur ve bu iki paradigmanın da taklit ettiği, gerçekliktir. Gerçeklik üzerine tartışmayı sonraki paragraflara emanet ederek bilimsel ilerleme için nesnel bir ölçüt ortaya koyabileceğimizi söyleyebiliriz. Çünkü gerçeklikten beslenen ve onu tariflemeyi amaçlayan bilim için keskin bir ölçüt, gerçek, vardır.
*** Devam Edecek
İlk yorum yapan siz olun